23 Temmuz 2011 Cumartesi

akış

ihtiyacı olana doğru koşturma isteği, içinde bulunduğu anı hatırlatan tek şeydi. beyninin içinde boş kalmış hücrenin duvarlarını yıkma zamanı gelmişti, o an en çok istediği buydu. bunun için de bütün gücünü toplayıp konsantre olması gerekiyordu. kendinde olmasını sağlayan rüzgar kuzenine teşekkür etti; huzurunu sağlayan balkona da...  ve akış başlamıştı.

kapat, aç. paradokslar yarat. işin içinden çıkamayınca kendinle alay et.

aidiyet hissetme ihtiyacından dolayı içinde bulunduğu yeri seviyordu ve bundan dolayı oldukça mutluydu. doğduğu toprakları, yaşadığı şehri, büyüdüğü evi, ona bir şeyler katan insanları, bir şeyler kattığı insanları, hepsine karşı oldukça şefkatli bir sevgi büyümüştü bir anda içinde. fakat o da ne, beyninin sağ tarafından kendisinin ufak bir kopyası hortlamış ve ona "seni aptal şey, hiç bir yere ait olmadığını hala daha anlayamadın mı?" diye çıkışmıştı. haklı buluyordu onu o yüzden bir müddet konuşmasına izin verdi.

"sadece bu gezegen üzerinde bulunduğun topraklara anlam yükleme çabası neden? aidiyat isteği neden? sen ki koskocaman evrende miniminnacık bir güneş sisteminin dandik bir gezegenindeki senin gibi milyonlarcası arasından bir tanesisin ve kendini kendin kadar kısıtlı bir yere neden hapsediyorsun ki? tüm evren sana aitken sen ne diye küçücük parçalarla uğraşıyorsun? eğer izin verirsen sana Tanrı ile bütünleşme fırsatını veririm. bunun için yapman gereken tek şey sadece beni dinlemek."

akışı başlat, engel olma, olabildiğine saçmala, diğerlerine aldırma.

iskelet gibi kalmış çelimsiz kolları, gözüne iliştiğinde kendisiyle alay etmeye başladı. yolda yürürken hayal etti kendisini. yürürken takır tukur sesler çıkabilirdi. peşinde de bir sürü köpek koştururdu herhalde. bu görüntü gözünün önüne geldiğinde önce bir güldü. daha sonra sağ taraf tekrar devreye girmişti.

kendini sev. tüm insanlığı sevme yolculuğuna kendini severek başla. kendini doyurmadan onları besleyemezsin. kendini sev. akışı başlat. 

bir takım kavramlara bakış açısı değişiyordu sanki. gerçekten herkes kendi başınaydı bunu anlayabilmişti (veya kendini kandırıyordu). o halde ilişki ne kadar saçma bir şeydi. düşününce, birbirinin hayatını zora sokan iki insanın bir arada yaşaması kadar büyük bir saçmalık daha bulamadı. kendisiyle olmalıydı. duşa girdi ve kendisiyle sevişti.

kendi dünyanın Tanrısı'sın. ve Tanrı yalnızdır. Tanrı size değil, siz Tanrıya aitsiniz. ve hepiniz kendi içinizdeki dünyanın yapayalnız Tanrılarısınız!

hissettikleri çok değişik duygulardı. sanki gelişimi süresince oluşturduğu katmanları kaldırıp süpürüyordu. bu temizlik onda titrek bir sevinç yaşatıyordu. her bir tabakadaki tozu, kiri, pası temizlerken, silinmeyenleri de saklamak zorundaydı.

en derin katmanları kullan. en sağlam tabakaların derinliklerine göm. böylece bir daha asla çıkamasınlar. böylece bir daha asla sana zarar veremesinler. basit bir halının altına atma. tüm katmanları geçip çekirdeğe ulaşana kadar asla durma. çekirdeğe sapla. 

gözlerinin önünde, dünyasının merkezine seyahat ederken, aklına çılgınca bir fikir geldi. çekirdeğe ulaşıp görevini tamamladıktan sonra, katmanları çıkarken kendini yeniden inşa edecekti.



bilincini kaybet. akış sona ersin.



18 Temmuz 2011 Pazartesi


Hafifçe yüksek, yemyeşil bir tepede bulunan heybetli bir ağacın gölgesinde, kafa kafaya vermiş uzanıyorduk. Ilık ve sakince esen bir rüzgar içimizi ferahlatıyor; kah tavşana, kah ayıya benzettiğimiz bulutlar güneşin yakıcı sıcağından bizi koruyordu. Oraya neden ve nasıl geldiğimizin hiç bir önemi yoktu, kaldı ki hatırlamıyordum bile. Önemli olan içinde bulunduğumuz andı ve sonsuza kadar bitmesin istiyordum.

Bana fantastik hikayeler anlatıyor, şövalyeler, canavarlar, perilerden bahsediyordun. Bense biçimsiz bir şekilde açılıp kapanan dudaklarını seyrediyordum. Sesin hayatımda duyduğum en güzel melodiydi ve asla unutmayacağım bir beste olarak kalacaktı. Gözlerin bulutlardan masal yapmak isterken, benimkilerse senden bir put yapıyordu. Ellerini karnında ovuşturmuş, kendi başparmaklarınla oynuyordun, benimkilerse onlara dokunmak için yanıp tutuşuyordu.

Bir an bana baktın, hikayendeki bir savaşçıyı anladığımdan emin olmak istercesine göz bebeklerin benimkileri deldi geçti. Havanın o kadar güzel olmasına karşın içimdeki dünyada fırtınalar koptu, tsunamiler çıktı, gemiler battı, depremler oldu. İçimdeki dünyada yaşamadığın için bunu göremedin elbette ve ben daha fazla dayanamadım. Hareketsiz ve hafif aralık kalmış dudaklarına eğildim ve tadına baktım. Anlamlandıramadığım bir şekilde sen de benim dudaklarımı tatmaya başladın.  Birbirimizin tadına bakarken aldığım cesaretle sana dokundum. Bedenin adeta yanıyordu, bu yüzden üzerindekileri çıkarmak isteyebileceğini düşündüm. Sanırım sen de benim gibi düşünüyordun. Aynı düşündüğümüz için o kadar mutluydum ki, hiç itiraz etmedim. Omuzlarımı öperken kalbimin daha fazla dayanamayacağını sandım. Seni çok sevdiğimi fısıldadım kulağına. Cevap vermedin. Demek ki senin de kalbin dayanılmaz şiddette atıyordu ve nefes alman güçleşmişti. Bu yüzden konuşamamış olman gayet doğaldı. Gözlerimi açtım ve tepemizde öten kuşlara baktım. Sanki biz sevişirken onlar da bize şarkı söyleyerek bizi kutluyorlardı. Bulutlar, hafif esen rüzgar sayesinde coşkuyla dans ediyordu tepemizde ve biz tek beden olduğumuzda tüm doğa bizi kutsamak için elinden geleni yapıyordu.

Dayanılmaz bir şekilde aldığımız zevkin en tepesine aynı anda çıktığımızda, ellerin ellerimi sıkıca tutmuş, dudakların dudaklarıma yapışmış, dillerimiz bir bütün olmuş, terimiz artık kimyasal reaksiyonlar geçirerek aynı kokmaya başlamıştı. Tek bedenden iki bedene ayrıldığımızda, senden ayrılmanın içimde yarattığı boşluğun acısını hissettim. Seni tekrar istedim, tekrar benim olmanı istedim. Göğsümü açıp seni oraya tıkmak istedim. Seni vahşice, çılgınca istedim; nazikçe, sevecen bir şekilde istedim. Seni hem yavaş tempoda hem de hızlı tempoda istedim. Seni her şekilde istedim.

Güneş, karşıdaki tepenin ardına doğru yol almaya koyulduğunda, ben göğsüne yatmış kalp atışlarını dinliyordum; sense kollarını incecik belime sarmıştın. Varlığın bana inanılmaz huzur veriyordu ve sen uyuyordun. Nefes alış verişin kalp atışlarınla efsanevi bir orkestra gibiydi ve ben rüyanda yeniden birleşmek için gözlerimi yumdum.

Gözlerimi korna sesleri ile açtığımda, tek kişilik yatağımdan, tek başıma, gözümdeki yaşlarla doğruldum.

11 Temmuz 2011 Pazartesi

korkulardan pasta yaptım, sonra da pasta beni yedi :/

21.40

Şimdi okuyacağınız bu yazı, karanlığın içinde miniminnacık havasız bir ortamda dehşet içerisinde sesini duyurmaya çalışan genç bir insanın, çocuklukta kalmış kabuslarının yeniden uyanmasını sonucu yaşadığı korku ve panik dolu anları anlatıyor...

İlk önce geçmişten bahsetmek isterim. Çocukluğumdan. Küçükken kardeşim ve ben ufacık bir odada ranzada yatardık. Haliyle üst kat benimdi. Oldukça havadar, ferah ve kıdemli olan üst kat, büyük kardeşe ait olmalıydı elbette. O odada çılgınlar gibi oyun oynardık. Hiç bir iki-kardeş’in aklına gelemeyecek oyunlar yaratmıştık. Kendi dünyamızda oldukça mutluyduk. Hu canavarı vardı sürekli kardeşimin peşinde koşturan. Ve Hu canavarını sadece kardeşim göremezdi. Hu canavarı onun lanetiydi. İnsan lanetini nasıl görsündü ki...

Her neyse, olayın kopma noktası şu şekilde gerçekleşti. Bir gün, dağcılık oynuyorduk. Annem yaz geldiği için halıları naftalinlemiş, dürmüş ve ranzanın yanına koymuştu. Biz de bunlara tırmanıp dağın üstüne -yani ranzanın üst katına- çıkmaya çalışıyorduk. Kaç yaşındaydık hatırlamıyorum ama o sıralar okula gitmediğimden eminim. Ranzanın altında bir sürü ıvır zıvır vardı. Annemler orayı depo niyetine kullanıyordu heralde kim bilir. Bavul dolusu eşyalar vardı. Baza icat edilmemişti heralde o zamanlar bilmiyorum. Biz de kardeşimle bavulları çekip kendimize L şeklinde bir tünel yapmıştık. Bir uçtan giriyorduk, sürüne sürüne L çizip diğer uçtan çıkıyorduk. Burası dağın içindeki mağaralardı.

Derken bir gün, kafamı bu tünelin içine soktum ve ağzımdan dolu dolu bir hassiktir çıktı. Giremedim... neden bilmiyorum, sanki girersem nefes alamayacakmışım gibi hissettim. Oksijen yetmeyecekti sanki. Ve böylece boğulma fobim baş göstermiş oldu.

Bir de, asıl olaya geçmeden önce, asansör kabusumdan bahsetmek istiyorum. Yine çok küçükken rüyalarımda asansör bir türlü istediğim kata gitmezdi. Ya da çatıdan fırlar giderdi, veyahutta kayışları kopar, aşağı düşerdi. Bir türlü ulaşmak istediğim kata ulaşamazdım. Sonuç olarak kan-ter içerisinde uyanırdım, bazen de çığlık çığlığa.

Şimdi bu iki korkuyu kombo yapın.

Yaklaşık 1 saat önce halamlara gitmek suretiyle evden çıktım ve telefon, çakmak, sigara, cüzdan hiçbir şey almadım yanıma. Açıkça söylemek gerekirse öyle paspal çıktım ki, sadece üzerimde dandik bir elbise ve ayağımda da alakasız bir çorap ve terlik vardı. Kapıyı çektim ve asansörü çağırdım. Kafamda Moby ve Nevermore çalıp duruyordu - iki alakasız tarz. Gayet  keyifliydim, şarkı mırıldanıyordum. Asansör geldi ve bindim. Kapı kapandı, Z düğmesine bastım, kepenkler de (adı aklıma gelmedi sanırım kepenk deniyor emin değilim ama anladınız sanki) kapandı ve 1 saniye sonra zınk! Saniyelerce ne olduğunu anlamadım. Bir anda durmuş olamazdı asansör. Elektrikler niye kesilsindi ki? Asansör niye kalsındı ki? İdrak etmeye başladığım noktada alarma bastım. Alarm kulaklarımda çınlarken kalp atışlarım hızlanmaya başladı. Diafona da bastım, sonra çılgınlar gibi diğer düğmeleri denedim, alarmı körükledim, hızımı alamadım kapıları tekmelemeye başladım, o da yetmedi bağırdım. Panik, bastırdığım bütün korkularımdan gücünü almış, içinde bulunduğum ortamın verdiği kudretle tüm bedenime doğru yayılmaya başlamıştı. Çok uzaklardan birilerinin sesini işittim. Beni burdan çıkarın diye bağırdım ama sanki beni duymuyorlardı! Asansörün içinde (lanet olası kabin küçücüktü gerçekten de) tepinmeye başladım ve korktum. Bir anda halatlar kopabilirdi, tepinmemeliydim. Derken yaklaşan insan sesleri duydum. Onlara nefes alamadığımı haykırdım. Gerçekten de kendimi mantığa davet etmeye çalıştığımda ve oracıkta ölmeyeceğimi, gayet oksijenin de bitmeyeceğini söylediğimde, içimde bir şeyler yalan diye haykırıyordu. Mantığım o haykırıştan korktu, ödü patladı ve susup oturdu. Ben kapıları yumruklamaya, alarma basmaya, kapıyı tekmelemeye, avazım çıktığı kadar bağırmaya, ağlamaya, haykırmaya, anırmaya devam ederken panik, tüm gerçekliğiyle korkuyla çiftleşmiş, tüm bedenimi ele geçirmiş, mantığı öldürmüş ve atak adında bir çocuk yapmıştı.

Dakikalar sonra nefes alamadığımı anırdığımı duydular ve daha hızlı gelmeye başladılar. En sonunda bulunduğum kata (ki hangi katta olduğumu bilmiyordum) vardılar ve kapı açıldığında uyuşmuş ellerim ve felç inmiş yüzümle kendimi dışarı attım. Merdivenlere çöktüm. Yüzüm bu kadar uyuşmayalı yıllar olmuştu. Bu denli titremeyeli gerçekten asırlar geçmişti. Korkuya bu kadar teslim olmayalı yüzyıl falan olmuştu. Gerçek manada saf korkuydu bu evet.

Neyse ki komşuluk ölmemiş. Üst kattan bizimkileri tanıyanlar beni evlerine alıp kolonya, su vs verdiler ve yarım saat sonra kendime gelebildim. Bir keresinde gene 7-8 yıl önce falan, babam da eve gelirken bir alt katta asansörde kalmıştı. O zamanlar kepenkler yoktu ve asansörün kıytırık bir camı vardı. Babam bir tekmeyle camı indirmişti ve oksijenini sağlamıştı. Benim öyle bir şansım olmadı.

Şuan hala elektrik yok. Başka bağımlılıklara bir de elektriğe olan bağımlılığın eklendiğini öğrenmiş oldum böylelikle. Okkalı bir küfür savurdum bunun üzerine de.

Az önce beni kurtaran kapıcı Ahmet abi gelip beni yokladı. Hayırlı akşam dileklerini sundu.

Ve elektrik son 1 saattir hala yok...
Ve hala Moby çalıyor.

22.00

Sonunda geldi 22.16 =) hellö medeniyet!

Gene de ben tedbirimi aldım, 8 kat indim, 5 kat çıktım, sonra 5 kat indim tekrar 8 kat çıktım. İyi oldu bence götüm fazla büyümüştü.


8 Temmuz 2011 Cuma

entropiyi hissetmek


“i’m home!”

Yoğunluğun arasında molalar vermek, sigaralar yakmak, ağaçlarda, denizde ve gökyüzünde gözlerinin hissettiği huzur. Kafanda oluşan karmaşaya belli bir düzen verme çabası, düzenin ne olduğunu bir türlü kestirememek. Zamanı sorgulamak, geldiğin noktayı anlayamamak ve bu anlamsızlıklarla başa çıkabilme mekanizmaları üretmeye çalışmak. Birilerinin seni kurtarması için geleceğine inanmak, kurtulmaktan kastının ne olduğunu bile çözememek. Kalabalığın içinde alamadığın oksijenin aslında oksijen bile olmadığını bilmek, boynunun bükülmesi, omuzlarının çökmesi ve göğsünde hissettiğin fil dolu tırlar. Monotonlaşmış sıradan hayatta herşeyin mükemmel gitmesi ama bir şekilde yine de tatmin olamamak, sevgi açlığı, sevilme isteği. Sevildiğini bildiklerine karşı alınan acımasız tavırlar, sonuç olarak gelişen dayanılmaz vicdan azabı. Aldatmanın dayanılmaz cazibesi ve ardından pisliğin içinde yuvarlanmak. İstememek ve istemek arasındaki gel-gitler. Daha fazla koşamamak, kaslarının bir şekilde erimiş olduğu gerçeği. Sıçarken hissettiğin titreme ve ardından gelen rahatlık. Bokuna bakıp gururlu bir şekilde takındığın eda ve sifonu çekip arkana bile bakmadan tuvaletten çıkmak. Keşke demek, “keşke her şey bu kadar kolay olsa” demek. Keşke’leri bir zamanlar hayatından çıkarmış olduğunu unutmak. Başladın mı duramamak. Karşı konulamaz bir biçimde beynini kapatmak istemek, bir yandan da istememek. Kendini tekrar bulmak için gideceğin yerleri sabırsızlıkla beklemek. Sonuç olarak yeniden kaybedeceğini de bilmek. Kısır döngüye karşı atılan dehşetli bir kahkahanın, kulaklarında saatlerce çınlaması. Kelimelerin bir anda beynine üşüşmesi ve hiç bir mantığı olmaması.

“oh my god, it's happening once again!
…wasting my life with the worn designs.
...but it's time to go!”

Yapabileceğin sınırsız sayıda şey varken sen oturmuş götünü büyütüyorsun. Zamanı kolluyorsun ve otluyorsun. Kafanı gökyüzüne kaldırıp sakin sakin düşüncelerinle boğulmak isterken, onlar zamansız bir biçimde gelip seni alıyorlar, beceriyorlar ve sen karşı koyamıyorsun. Kimseyi ikna edemiyorsun, kimseye kendini anlatamıyorsun. Bangır bangır bağırsan da tepinsen de hiç bir faydası olmuyor. Açık ve net olarak söylemene karşın yine de anlamamalarına öfkeleniyorsun. Yargıdan bıktın ve ışık hızında galaksiden kaçmak istiyorsun. Yüzünde oluşan kırışıklıklar sinirini bozuyor, tecavüze uğramış bedenine lanet okuyorsun. Ruhun arınmaktan bahsederken sen kulaklarını tıkadın, kendini teslim ediyorsun, zevk alıyorsun, tatmin oluyorsun. Böylelikle yaşayabileceğin en iyi seksi yaşıyorsun. Mucizeyi unutmuşsun ve hatırlamak isterken önüne konan iğrenç leşler yüzünden başaramıyorsun. Leşleri zorla yedirmeye çalışıyorlar sana ve sen kimseyi kıramıyorsun. Midenin bulantısı eşiği çoktan geçti, fakat kusamıyorsun. Kustuğunu sandığın noktada yanıldığını bile fark edemiyorsun.

“you better save your mind!”

Kaosun içinde düzen yaratılmaz. Maksimum düzensizlik evrenin değişmez kanunudur, bunu anlayamamışsın.


Daha sonrasında böyle bir şey oldu: entropiyi hissetmek #2 : mutlak sıfırın cazibesi


7 Temmuz 2011 Perşembe

Tasvir-i Mülakat

Bekleme salonunda benle beraber dört kişi daha vardı. Hepimiz de hayatlarımızı daha da zorlaştırmak için çılgınlar gibi can atıyorduk. Bir bakıma hepimiz birer mazoşisttik. Salona gelmeden önce henüz kafama dank etmediğinden mütevellit, değişik duygular içinde değildim, lakin pembe koltuklar ve üzerimdeki 'ciddi görünme çabam', taşikardimi başlatmıştı. Oracığa kusabilirdim, pembe koltuklara işeyebilirdim ve kimse de bunu garipsemezdi. Gereksiz bir aritmiydi bu, akla mantığa sığmıyordu. Fakat hepimizin içinde vahşi bir onaylanma, kabul görme arzusu vardı.

Kurban olarak ilk beni seçtiler. İçeri girdiğimde bedenim oracıkta can verme isteğiyle yanıp tutuşuyordu.

Y: "Niçin, neden" sorularını yöneltti
A: "Ne yapıyorsun, yapacaksın?" diye sordu.
Y: "Bizler sadistiz ve senin de mazoşist olmanı bekleriz" diye belirtti.

Bu kısa muhabbetten sonraysa işler çığırından çıkmıştı. Düşüncelerini anlayabiliyordum adeta.

M: "..bla bla.. [ lan salağa bak bunu da önümüze koydular işte biz de salak saçma sorular soruyoruz. Nasıl da bilemiyor ahah. Sanki ilerde bi' bok olacak da gelmiş burada bir de özene bezene giyinmiş süslenmiş mal bebe. Benim zekam ve bilgimin yanında bunlar ne ki peh... Bari dalga geçeyim de havam olsun ] ... bla bla..."

F.T. : "...bla bla... [ Ay öğlen yemeğinde çok kaçırmış olabilirim, neyse akşama yemeyeyim de şeklim bozulmasın. Aa ayol bilemiyor sanki bu da. Ama giyim tarzını beğendim dur bir şeyler sorayım da maymun olsun azcık ] ... bla bla..."

Y: "...bla bla... [ Bizim prestijimize yakışır mı bilemedim fakat isteklileri de kaçırmamamız lazım. Çok fazla kasmayayım da ne de olsa bizden çıkma işte beyni akmış, buna da şükür ]... bla bla..."

F.Y. : " ...bla bla... [ Lan ben niye buradayım of ne sıkıcı yareppim böyle aptal insanlarla uğraşmak. Bir an önce bitse de odama gidip müzik açsam şu fenerin son durumlarını bir okusam. Tipe bak ya mal ] ... bla bla..."

A. : " ...bla bla... [ Hevesli, istekli evet ama disiplinli değil. Ah bir de bu kadar heyecan yapmasa yavrum. Zeki olduğunu biliyorum, zaten tanıyorum da. Alanında da bilgili fakat bunlar yetmez maalesef. ] ... bla ^.^ "

Ellerimin son hız titrediği noktada Y.'nin "Ne de olsa bizden çıkmasın, seni tanıyoruz" demesiylen kendimi bir dışarı atmışlığım var, sanki 2 dakika önce yaşadıklarımın hepsi hayal ürünüydü. 

Bunu da atlattıktan sonra teslim etmem gerekenleri de hallettim ve bir kaç ibiş beni teleportasyon merkezine götürüp arkamdan el salladılar. Uzun zamandır arkamdan el sallayan olmamıştı, feci şekilde huzur doldum. Acayip maceralı geçen yolculuktan ve dolmuşçu amcalarla kanka olduktan sonra şükrederek yuvama döndüm.

Şimdi sıra, beklemekteydi...