26 Aralık 2011 Pazartesi

Deney 2: Bakarsan parçacık, bakmazsan dalga. Şimdi kalk ve başka açıdan bak



pantolon, bir ilüzyondur

Aslında görmek istediğin şeyleri gördüğünü’ zaten bildiğini varsayıyorum. Demek istediğim, insanlar görmek istediklerini, inanmak istediklerini görürler ve bundan sonra o gerçeklik, kişinin kendi gerçekliği halini alır –ki bunu zaten biliyorsun-. Kendini istersen bir peygamber olarak görürsün, buna inanırsın ve bir de bakarsın ki insanlar da bir süre sonra sanki sen peygambermişsin gibi davranmaya başlarlar. Kendini gerizekalının önde gideni, beceriksiz bir mahlukat olarak görürsen ve buna yürekten inanırsan da önü alınamaz bir şekilde başarısızlıklar zincirini başlatmış olursun. Nerden mi biliyorum? Hepsini en şahane şekilde deneyimledim...

Kendini görmeyi, kendine inanmayı geçip karşı taraf hakkında konuşalım. Birini vazgeçilmez bir dost olarak görürsen, o senin hayatının sonuna kadar dostun olarak kalır. Düşmanların için de aynı bakış geçerli. Hatta bazı durumlarda ailen için bile bu bakış geçerlidir. Kendine olan bakışından biraz zor olarak, burada karşı tarafın da bakışı önemlidir. Senin inandığına, gördüğüne, hissettiğine karşı tarafın da inanması, görmesi, hissetmesi gerekli. Eğer karşı tarafı ikna etmeye niyetliysen, kendini ona açmalısın. Kendinden bir parçayı ona vermelisin. Bu oldukça zordur çünkü kaybetme olasılığı –eğer ki kaybedeceğini düşünüyorsan- mevcuttur ve kendini ona açtıktan sonra kaybedersen, kendini de  kaybetmiş olacağını düşünürsün, hatta buna inanırsın. Peki şunu yapmaya ve düşünmeye ne dersin? Kendini aç, kendinden bir parçayı ver, oldu ki kaybettin; bu senin değil, onun kaybıdır (klasik düşünce yapısı bazen işe yarar (klasik düşünce yapısının açıklayabildiği olaylar çerçevesinde kalındığı sürece)). Eğer ki kendine inancın, kendine olan sevgi ve saygın yeterli ölçüdeyse –burada birtakım ölçü birimlerinden bahsetmek isterdim fakat ne yazık ki mümkün gözükmüyor-, kendini kaybedeceğin korkusundan sıyrılabilirsin. Fakat yeterli ölçüde ‘kendine inanç, sevgi, saygı’ yoksa, kaybetme korkusundan ödün patlayacağından dolayı kendini asla açamazsın ve onu asla kazanamazsın.

Do or do not. There is no try

Yapacağın, kendinin merkezde olduğu bir çember düşünmek. Bir kaç uzunluk ölçü birimi uzağında ise çember ve çember üzerinde sonsuz sayıda noktaya yerleşmiş koltuklar; ve her bir koltuk senin dünyaya bakış açın. Referans noktası olarak istediğin koltuğu seçebilirsin. O koltuklar, seni özgür kılabilecek sahip olduğun en değerli nesnelerdir.  Bakış açılarını istediğin zaman değiştirebilir, istediğin yargıya sahip olabilir ve istediğin kadar korkusuz olabilirsin. Koltuklar, yüzyıllardır –hatta binyıllardır- sembolik olarak insana güç veren şeylerdir. Koltukları sen yarattığın için, kendi evreninin hükümdarı olursun. Üstelik her bir koltuğun dizaynını seçme özgürlüğün bile var, çoğu hükümdar buna sahip bile değildi. Yalnız oldukça önemli bir şeyi unutmamalısın: tek bir koltuğa oturup oradan kalkmazsan, o koltuk eninde sonunda seni yer, bitirir. Bu yüzden başına gelen her olayda, karşında her kim varsa, kararlarında, yaşamında vs. sürekli koltuk değiştirmeli ve tüm açılardan bakabilme yetisine sahip olabilmelisin. Elbette ki hoşuna giden bir konumda olan yaslanma yerinin yüksek olduğu kırmızı bir koltuk olacaktır. Demek istediğim, o koltuk senin referans koltuğun olsun, kabul ama arada diğer koltuklara da oturmaktan çekinme.

mor zürafa, sadece tek bir koltuktan sana mor gözüküyorsa, o gerçekten mor zürafa değildir.

Yaşamın kendisi bir deneydir. Sınırsız hayal gücü, sınırsız imajinasyon gücün varsa, elde edemeyeceğin hiç bir şey yoktur.

20 Aralık 2011 Salı

Fatal Errör: Kapa ve Kaç

 

"Her sabah aynı cümle ile uyanıyor ve her gece lanetler ederek yatağıma uzanıyorum.
"Bu gün kesinlikle yapacağım"...

Arabaların çok fazla kullanmadığı, birkaç katlı müstakil evlerin arkasında kalan ıslak yolda yürürken kafasından geçen buydu. Bu yolu neden tercih ettiğini sorsanız, size kalabalıktan uzak kalmak, arabaların mekanik seslerini bir nebze daha az duymak, önden bakıldığında gösterişli gözüken müstakil evlerin arka yüzlerini görmek istemek ve yürürken düşünmek gibi bahaneler sıralardı. Bahane üretmekte üzerine yoktu, o bir bahane makinesiydi.

"En azından çabalıyorum."

Neye neden çabaladığı sorusunu yönelttiğinizde size saçma sapan gelecek cevaplar verirdi. Üstelik verdiği cevaplarla da gurur duyan sefil bir mahlukattı. O'na göre, çabalamadan yaşanılmazdı ve "en azından çabalamak" büyük bir erdemdi. Örneğin yatağından çalışma masasına 2 ay gibi bir süreçte transfer olmayı "başarabilmiş"ti. Şimdi önüne mutfak masası gibi uzun yollardan geçmesi gereken zorlu bir hedef seçmişti. B planı olarak da oturma odasını düşünmekteydi. Sürekli dediği ve sonuna kadar haklı olduğunu düşündüğü gibi; bir B planı her zaman olmalıydı.

"Acaba seçimlerim yanlış mı?"

Kendi yazgısını kendisinin belirlediğini biliyordu ama geldiği noktaya baktığında gördüğü "başarısızlıklar", kararlarını ve seçimlerini sorgulamaya yöneltiyordu O'nu. Üstelik bu sorgulamanın doğru-yanlış savaşında hangi tarafta olduğunu kestirmek oldukça güçtü. Yargıdan, irdelemekten, sorgulamaktan nefret ettiğini anımsadı ve dolayısıyla da seçimlerinin yanlış olduğuna kanaat getirdi. Bu, gerçekten kaçınılmaz ve dehşet verici bir sonuçtu.

Gerekli olduğuna inandığı o karar, hala daha yoldaydı ve o gelene kadar aciz bir gök taşından farksızdı.

Ve şimdi asıl itiraf zamanı gelmişti: "Korkuyorum!"

Geçmişten, gelecekten, şimdiden, paradan, işten, okuldan, projeden, sevmekten, sevilmekten, acı çekmekten, böcekten, insandan, hayvandan, dosttan, düşmandan, yemekten, içmekten, uyumaktan, spor yapmaktan, duygulardan, kalpten, mideden, beyinden, işemekten, sevişmekten, konuşmaktan, anlatmaktan, yazmaktan, anlaşılmaktan, anlaşılamamaktan, yardımlardan, ottan, boktan, ondan, bundan, yaşamaktan...

Aç-kapa döngüsünün "kapa" noktasından döngüye heyecanlı bir bakış fırlatıverdi. Kaçış, şu ana kadar başarabildiği, bildiği tek ve en etkili yöntemdi! 


3 Kasım 2011 Perşembe

Sıcaklık, mühim bir etkendir

Gözlerimi yormayı pek sevmezdim. Kala kala 3-5 tane kalmış kirpiklerime sürdüğüm rimel bile çok değerli gözlerimi yormaya yeterdi de artardı bile. Odamın ışığını loşlaştırmam, işte tam da bu yüzdendi. Çalışma masamın üzerini oldukça gereksiz nesneler işgal ediyordu, bu nedenle de inanılmaz bir yer sorunu mevcuttu, fakat aldırış etmedim. Çok seksi olduğunu düşündüğüm bilgisayarımın önünde otururken, tam da bu sorunu düşünmek için çaba harcamaktaydım. Bu sırada yan taraftaki komidinimin üzerinde bulunan grimsi-yapışkan bir cisme gözüm ilişti. Cisim etrafı ısıtıyor, aynı zamanda da üzerinden dumanlar çıkartıyordu. Ne zaman yakmış olduğumu unuttuğum sigaramdan bir nefes çekerek, kendi oluşturduğum dumanlarla grimsi-yapışkan-cisim’den çıkan dumanlar arasında bir ahenk yaratmak istercesine üfledim.

-“sanırım masamda yer kalmadığı için koydum seni buraya” dedim.

-“vıcık vıcık” diyebildi sadece bana.

Bu esnada sevgili dostum İlhami gelmiş, koltukta oturmaktaydı. Yapabileceğim en iyi şey ona bir fincan çay ikram etmekti. Daha fazlasını yapmak istesem de yapamadım. Bir süre sadece bakıştık, sonra çekti gitti.

Yorgun gözlerimi grimsi-yapışkan-cisim’den çevirip tekrar ekrana odaklamaya çalışırken, elimdeki amaçsız sigaraya bakarken yakaladım kendimi. Kendimi, sürekli bilinçsiz bir şekilde bir şeyler yaparken bulmam beni rahatsız etti. Ekrana bakmaktan vazgeçip tekrar nesneye doğru yönelttim kafamı.

-“madem seni çıkarıp, üzeri pek de dolu olmadığı için seni taşımanın haklı gururunu taşıyan komidinimin üzerine koydum, o halde sadece hissetmekten başka yapabileceğim hiçbir şey yok” dedim.

-“vicuvk” etti.

Bu noktadan sonra diyeceklerim, yaşadıklarımı pek de anlatmaya yetmez. Zira hissettiğim, insanlığın daha önce hiç deneyimlemediği bir hissiyattı. Tek sorun, grimsi-yapışkan-cismin beni kontrol altına almak istercesine çıkardığı dumanları solumaktı, çünkü bir nebze olsun içimdeki insanı hatırlatıyor, dolayısıyla hissiyatıma gem vuruyordu. Bunun üzerine onu komidinin üzerinden aldım ve biraz soğuması için buzluğa koydum. Odama geldim ve yere oturdum. “Şu anda yeniden hissetmeye hazırım” dediğim esnada, oldukça özel anlamlar yüklemiş olduğum hissiyat geri geldi ve biraz muhabbet ettik, biraz seviştik. Şunu belirtmek isterim ki, bu esnada zamanın yatay eksendeki lineer ilerlemesinden dikey olarak çıkmış bulunmaktaydım.  Bu yüzden gerçekte ne kadar süre geçti bilmiyorum...

Bir süre sonra, yani yeterince tatmin olduktan sonra, acıkmış olduğumu fark ederek mutfağa yöneldim ve buzdolabını açtım. Buzluğa koyduğum grimsi-yapışkan-cismi hatırladım ve panik halinde buzluğu açtım. İşte orada, oldukça katılaşmış ve soğuk bir halde duruyordu. Hemen aldım ve ısınmasını beklemeden ait olduğu yer olarak düşünülen kafamın içine geri koydum.

Bu hamlemden sonra, yapılacak tek şeyin sadece uyumak olduğunu düşünebildim ve daha fazla düşünemeden yatağıma yöneldim.


11 Ekim 2011 Salı

Sonun Başlangıcı

 
Aslında sadece beyin kıvrımlarının içinde inşa ettiğin rutubetli, kuytu ve oldukça muhafazakar bir köşeden seyretmekteydin dünyayı. Ta ki köşenden sadece üç dakikalığına ayrılıp da bir arkadaşa bakıp gelene kadar... Geri döndüğünde 10536 farklı köşe ve 10536 farklı kendinle karşılaşman, kaçınılmaz sonunun başlangıcı olmuştu.

Ne olduğun belli değildi, aynı zamanda hem her şeyken hem de hiçbir şeydin. Hangisi işine geliyorsa o oluyordun, duruma göre değişiyordu yani. Heissenberg’e öpücükler gönderip bir yandan da gizlice orta parmağını gösteriyordun. Fütursuzca oradan oraya salınımlar yapıyordun, üstelik belli bir periyodun bile yoktu. Beyin kıvrımların düğümlenmişti ve düşüncelerin emsalsiz bir girişim deseni oluşturuyordu. Sadece bir tanen, hangi köşeyi seçmesi gerektiğine dair ihtimal hesapları yapmaya başladığı anda, geriye kalanların isyanı basıp tepinmeye başlıyorlardı. Bir Mjoranda evreninde 10536 adet Mjoranda tepinmeye başladığında ise, hali hazırda kusursuz bir biçimde yamuk olan eksen kusurlu bir biçimde kaymaya başlıyordu. Bunun sonucunda ise karşı konulamaz girdaplar ve mini karadelikler oluşturuyordu. Şimdiden bir kaç Mjoranda, çekimin etkisine kapılıp tekilliğin içerisindeki sonsuz boşluğa düşmüştü bile... Sadece ufacık bir olasılık hesabı, kendinden bir kaç parçanın ölmesine sebebiyet verebilecek ölçüde önem arz ediyordu. Şimdiye kadar tanımlanagelmiş, var olan hiç bir olasılık dağılımına uymaman, korkudan tüm girilebilir durumlara girmeni sağlıyor, böylelikle konumunu veya durumunu hiç bir şekilde anlayamamana sebebiyet veriyordu.

Kaçınılmaz sonun bir an önce sona ermesini büyük bir şiddetle arzularken, bir yandan da delilere taş çıkartırcasına bunun keyfini sürüyordun. Gök gürlüyordu ve çılgınlar gibi kahkaha atıyordun. İdealar dünyanı, titiz bir biçimde yarattığın kurt delikleriyle gerçeğe taşıyordun. Böylece ganglionların hiç olmadığı kadar mutlu oluyor ve hiç deneyimlemediği kadar büyük bir kaosu yaşıyordu.

En sonunda, son’u sona erdirmek adına haince bir plan tasarladın: Olabildiğince büyük bir karadelik yaratıp tüm Mjoranda’ları tekilliğe göndermek. Böylelikle tekliğin kudretini ve şatafatını, bir sonraki bölünmene kadar huzur içinde sürdürebilecektin.

9 Ekim 2011 Pazar

bir üşengeçlik hikayesi #1 : nasıl asosyal oldum

-"aga dolaşıp napıcaz şimdi bu sıcakta/soğukta çekilmez hiç. gel evde takılalım."

Aslında her şey keyfime düşkünlüğümle başladı. Sevgili götüm pek bir sever devrilip yatmayı. O yüzden, mantıklı olan şey her zaman evde takılmaktı.

-"yea dışarıda içmek çok pahalı, evde içelim bak hem müziği de kendimiz seçebiliriz rahat rahat oh."

Abi bence çok mantıklı yani sonuçta öğrenciyiz. Niye bara gidip içilsin ki hem bangır bangır müzik var hem de verdiğin paraya yazık sonuçta 3 liralık biraya 5-6 lira veriyorsun yazık nan o.O

-"of şimdi bu insanın muhabbeti de hiç çekilmez, en iyisi görmemezliğe gelip hemen sıvışayım."

Lan bazen insanlar çok boş konuşuyor yani dinlemek istemiyorum. Ya da şöyle söyleyeyim, o an dinleyesim olmuyor arkadaş. Aslında gayet de meraklı bir insanımdır ve fekat o kadar çok vıdı vıdı dinledim ki yıllarca, sıktı...

-"yorgunluktan/sıcaktan/soğuktan öldüm, bir an önce eve gidip kendimi yatağa atmam lazım."

Bazı insanlar tanıdım, sıcaktan ve soğuktan etkilenmiyorlar. Üşümeyen, terlemeyen insan olur mu be ya? Yorulduklarında bile çaktırmıyorlar. Ya da işin aslı, ben çok bıdırdanıyorum o yüzden insanlar bıdırdanmayınca da sanki bir şikayetleri yokmuş gibime geliyor. Evet mümkün.

-"şimdi buna ben düşüncelerimi anlatsam kesin dalga geçer o yüzden kendime saklayayım."

Bu, son noktaya yaklaştıran şey oldu beni. Aklımdan geçenleri söyleyememek, dalga geçileceğimi hissetmek ve sonunda her boku içime atmak. Hayırlısı olsun diyelim.

-"şimdi buracıkta bir şey söylesem kimse anlamayacak o zaman susayım."

Ve en sonunda Mjora hanfendi asosyal oldu. Son nokta hep susmak oldu. Susup konuşmamak oldu. Konuştukça saçmalamak oldu. Saçmaladıkça anlaşılamamak oldu. Anlaşılamadıkça da çabalamamak oldu.

Tek suçum sefa pezevenkliği!

25 Eylül 2011 Pazar

GICIRTI'nın Cilvesi

Vallahi de billahi de ben çok şapşalım. Şapşal olduğum hususunda yeminler etmem de benim oldukça şapşal olduğumun bir göstergesi sanırsam. 

Son zamanlarda iç bükey aynalarla fazlasıyla haşır neşir oldum ve sonuç olarak hebele'yi tersten gördüm... Hebele burada oldukça mühim bir konu. Öyle ki, insan ne zaman şapşallığın sınırlarını aşıp kendi ekseni etrafında hoplayıp zıplamaya başlar, ne zaman düşündükleri ağzından çıkamaz -kaldı ki ortada düşündüğü bir şey de yoktur-, ne zaman elinin parmakları yetmez de ayağının parmaklarını yemeye başlar; işte o zaman hebele'yi görmüş olur. Tersten görmekse bambaşka bir durum. Evet tersten gördüğümü söyledim lakin bu hususta konuşmak, oldukça saçmalamama neden olacağından mütevellit, susmayı yeğliyorum.

Sevgili senler, evet, aylardır internet ortamından elimi ayağımı çekmişliğim var. Ha, yeniden kavuştum internete o ayrı konu. Konumuz internete yeniden kavuşmam değil. Konumuz nedir onu da bilmiyorum fakat ne idüğü belirsiz olan bu konuyu daha da dağıtmamak adına yeniden susuyorum. Bu konuyu kapatalım rica ederim. Yeniden başlamak gerekirse, internetsizliğin dibine vurduğum yaz aylarının ortalarında, başlarda oldukça zorlandım itiraf edeyim. Lakin insan evladı işte her şeye alışıyor. Çok büyük sıkıntılar çekip huzura erdiğinde bir bakarsın mesela, rahatlamışsın ama içinde sıkıntıya alışmanın ve artık o sıkıntının olmamasının verdiği boşluk mevcut. Bu noktada yeni sıkıntılar yaratmak istersin ama eski sıkıntıların verdiği tadı vermez be hacı.

Bu paragrafta ise çamaşır makinesi konusuna değinmek istiyorum. Yepyeni, 2. el bir çamaşır makinesi aldık geçen gün. Adamlar geldi, kurdu, bir tur çalıştırdı. Baktık güzel evet, aldık, ödedik 3-5 bir şey, derken akşam ayıptır söylemesi yaklaşık 3 haftadır birikmiş olan çamaşırlarımı attım bir güzel yıkansınlar diye; fakat bir de ne duyalım?! GICIRRRTT diye bir ses! Makine adeta viyaklıyor efendim. Kayışı gevşemiştir diye düşünerek adamı aradık ama adam makinenin 2 aydır çalışmadığını ve sesin bir iki yıkama sonrasında geçebileceğini söyledi. Bu esnada benim aklıma 131. sokakta ve 31 numaralı dairede oturduğum geldi. Sinirle tebessüm ettim hayata. (not: 131. sokak tabelasındaki başta yazan 1'i silmişler, onu da bugün fark ettim).

Son paragraf olabileceğini umduğum bu paragrafta ise yazı yazmayı unuttuğumdan bahsetmek isterim. Evet, unutmuşum. Yaz tatilinde iken beynimi kapatmıştım, şimdi yeniden açtım tabiki açmak lazım sonuçta, neyse; lakin bir de ne göreyim, aynı anda yüzlerce şey beynime üşüşmekte -tamam, bu her zamanki hali- ve onları düzenli bir sıraya sokamıyorum. Sonuç olarak da GICIIRRRT diye sesler beliriyor ve kulağımdan dumanlar çıkıyor. E haliyle bir kaç kere çalıştırdıktan sonra düzene girmesini umuyoruz cümleten. 

Bol bol gülmenizi salık vererek sımsıkı sarılıyorum ibişlere!

24 Eylül 2011 Cumartesi

Tıkanma


Vakti zamanında yaşadıkların, düşündüklerin, hissettiklerin yüzünden kapatırsın kendini. Kendini her şeyinle birlikte bir sandığa kilitler ve midenin derinliklerine saklarsın. Kendinle beraber inançlarını da, güvenini de, hislerini de sandığa koyarsın. İçi boş bir oyuncak ayıdan farkın kalmayana kadar sahip olduğun her şeyi gömersin midenin derinliklerine. Anahtarı da savurlayıp atarsın çünkü artık ihtiyacın olmadığını düşünürsün. Hayatını devam ettirebilmek için o sandık sonsuza kadar midende kalmalıdır. Benliğini tamamen metalden bir robota dönüştürmeden önce, kendini yok etmemeli fakat saklamalısındır.

Bir süre sonra midende boş yer kalmadığı için yemekten kesilmiş olarak bulursun kendini. Tüm “iyi” yönlerin midendeki o tahta sandıktadır. Ne de olsa artık kimseye göstermene gerek yoktur kendini. Geçmişin ruhunda yarattığı tüm darbeleri ruhunla beraber yakarak yok etmek istersin. Böylelikle hiçbir şeyi ciddiye almadan yaşayabileceğini sanırsın. İdeallerini, amaçlarını yok edersin ki hayatın tüm keyifli yanları bedenine akabilsin. Sonuç olarak artık acı çekmeyeceğini düşünürsün. Kendini kimseye anlatma gibi bir derdin de kalmaz artık. Gücün, paylaşma olmaksızın var olabileceğini savunursun.

Ve nihayet, en kıymetli dostun zaman, sana ihanet eder. Gizlice midene girer ve sen daha ne olduğunu anlamadan sandığı açar. Ne de olsa zamanın her zaman bir yedek anahtarı vardır. Bir anda tüm benliğin ruhunla bütünleşirken, sen kendine acıyabileceğin bir köşede oturup transa girersin. Kalbin dayanılamayacak bir şiddette atmaya başlar ve nefes almakta güçlük çekersin. Yaşadığın karmaşaya doktorlar, profesörler ve bilimum bilim adamları bile tanı koyamaz. Zaman seni hazırlıksız yakalamıştır.

Düşüncelerin ve duyguların arasında ebediyete kadar sürecek bir savaş başlar böylece. Duyguların yeniden serbest kalmanın verdiği coşkuyla çeneni açmak isterken, mantığın o vakte kadar oldukça sağlam bir şekilde tasarlayıp geliştirdiği savunma mekanizmasıyla çeneni sıkı sıkıya kapatır. İsteklerin tarafsız kalmayı tercih ederken sinsice duygularının yanında yer alır, fark edemezsin. Mantığına karşı isteklerin, oldukça ikiyüzlü bir tavır takınmıştır.

Savaş tüm şiddetiyle devam ederken sen, oturup düşünecek boş beyin parçası bile bulamazsın. Boş kalan yerlere paranoya oturmuş, hakem edasıyla savaşı izler.

Bütünlüğünü koruyamamanın verdiği öfke, mantığınla ittifak kurar ve duygularını sırtından bıçaklar. Bir nebze sevinirsin buna çünkü en azından duygularından bir parça, mantığınla birlik olmuştur. Bütünlüğe bir adım daha yaklaştığını sanmanın sevinci de bir süre sonra mantığının yanında yer alır. Böylelikle yavaş ve emin olduğunu sandığın adımlarla bütünlüğüne kavuştuğuna ikna olursun. İşte o an savaşın sona erdiğini sanıp coşkuyla yeniden kazandığın kendini tebrik edersin. Beyninde bir parti verirsin ve kutlama yaparsın. Duyguların, düşüncelerin, mantığın, hislerin heyecanla şampanyalarını yudumlarken ansızın içeriye paranoya girer ve barışı bozmak için elinden geleni ardına koymaz. Nihayetinde uyku, bu sözde barışa daha fazla dayanamaz ve bedenini terk eder.

Yeniden ve yeniden, en baştan başlaman gerektiğini hissedip bir sandık yapmanın doğru olacağını düşünürsün fakat içinde bir şeyler buna engel olur. Bu şeylerin duyguların olduğunu anlarsın. Sana derinlerden artık kendisini saklamasına gerek kalmadığını haykırır. Sen de duygularını dinlersin zira mantığın oldukça yorulmuştur bu savaştan. Kendini nadasa bırakırsın ve ne halleri varsa görsünler felsefesini benimsersin.

Sonuçta, helis çizmeyi pek de seven bir döngünün içerisinde, oldukça yüksek bir levelde tıkanmayı yaşayan bir insan evladı olup çıkarsın...


Not: Görsel Leonardo Benasalvas Medina adlı sanatçıya aittir.

12 Ağustos 2011 Cuma

ölü adama ağıt

Gün, her zaman olduğu gibi uyanmamla beraber başlamıştı. Gergin hava herkesi mutlu etmezdi fakat huzur buluyordum yağmurda. Bedenim uyanmıştı, zihnimi de uyandırdıktan sonra parmaklarımla dünyaya giriş yapmıştım. Ah o sahte dünya... Tıpkı senin kadar sahteydi. Sana yüklediğim anlamların sahteliği gibi. Hislerimin gerçekliğine karşı senin sahteliğin savaş veriyordu. Tek bir yalanla başlayan bu savaş, içten içe senin önündeki perdeleri kaldırmıştı. İşte çırılçıplak oradaydın. Sahnede kendini övüyordun. Ne kadar “enfes” bir insan olduğundan bahsediyordun ve herkes seni alkışlıyordu. Alkış almaya bayılırdın. Ama bunu asla göstermeyecek kadar da “çakal”dın. Ufak çakallıklarla mutlu oluyordun. Ben bile seni alkışlamıştım daha önceki gösterilerinde. O gösterilerde üzerinde gerçekten “enfes” kostümler vardı. Göz alıcı ve parlaktı kostümlerin, ışınlar üzerinde kırılıp mükemmel açılarla gözüme geliyordu o zamanlar. Yalanına teşekkür etmem lazım. Çırılçıplak sahnedesin ve üzerine düşen ışınlar bedenindeki tüm kusurları ortaya çıkarıyor. Kıyafetlerini ben çıkardım ve seni yeniden sahneye koydum. Bu sefer bakış açım farklıydı ve hata yaptın. Oysa ki ne kadar zeki olduğundan söz edilmesine bayılırdın. Ama gerçekleri söyleyemeyecek kadar da korkağın tekiydin. Tek bir yalanla perdeler açılmış, oyunun başlamıştı.

Yalana tahammül edemediğimi bilemezdin oysa ki. Beni tanımamayı seçmiştin çünkü. Sahteliğin eline kılıcını almış hislerime doğru sinsice yaklaşıyordu. Engel olmadım, çünkü elime kılıcımı alıp boynunu kesmek gibi dürtülere sahiptim. Sahteliğin hislerime ağır darbeler vururken ben ağlıyordum. Hislerimin ölüme yaklaştığı her adımda hıçkırıklara boğuluyordum, gözlerimden kelimenin tam anlamıyla şelale akıyordu. Kelimelerin tam anlamlarının bazen ne kadar işe yaradıklarını düşündüm o sırada. Metaforlara bile gerek kalmadan işlerini halledebiliyorlardı. Sonra gülümsedim. Metafor bile yapmaktan aciz olduğunu gördüm. Sahnede kıvranıyordun. Böcek gibiydin. Böcekleri sevmediğimi anımsadım. Oyunun çok kısa sürdü tıpkı benim ağlamam gibi. Herkes seni ayakta alkışlarken ben sessizce salonu terk ettim. Hislerimi, sahteliğini, gerçekliğini, şahaneliğini, acizliğini, seni, seni seven beni, sana dair her şeyi ve her şeyimi o salonda bıraktım ve çektim gittim...


11 Ağustos 2011 Perşembe

Deney 1: Introduction to your own body

Kuramsal Kesim

Beynin olmasaydı her ‘şey’ çok farklı olurdu. Bazen duymamak, görmemek iyidir. Karanlık ve sessizlik iyidir, çünkü duymaz ve görmezsin. Hem kör hem de sağır olduğunu düşün, huzur içinde olmaz mısın? Yoksa görmeyi ve duymayı mı tercih etmelisin? Veya loş ışık altında, sadece sana hitap eden ‘şey’ler görüp duymalısın. Sana hitap edenlere mi bakmalısın yalnızca? Üzerine ışık tuttuğunda bedenini göremediğin ama karanlıkta sadece gözlerinin parladığı bir ‘şey’i dünya üzerinde tanımlayamadığın ve sadece kafanda yarattığın canavarlar olarak algılarsan, o zaman ne duymanın ne de görmenin bir anlamı kalır. Oysaki o yaratığın bedenini de görebilseydin, için daha rahat ederdi. İçin rahat etmesi için mi görüyoruz o vakit?

Sahip olduğun beş duyu organından başka, hissetmekte mi saklı yaşamak? Bu 5 duyu organı ile deneyimlediğin ‘şey’lerin sende yarattığı hissiyatlar mı yaşamını anlamlı kılıyor? Peki nasıl hissedebildiğini hiç düşündün mü sayın sen? Hormonlar mı sadece? Teorimi duymak (okumak) istersen; beyninde daha evvelden bir şekilde yer etmiş anıların veya imajların, kokuların, tatların, seslerin vesaire; o anda 5 duyu organının herhangi biri ile algıladığın ‘şey’ sayesinde önce beyninde başlayan, sonra da bütün vücuduna yayılan danstır hissetmek. Ne çeşit bir dans olduğunun önemi yok. Hissetmek, daha önce sakladığın bir takım anı veya tecrübelerin o anki yaşadıklarınla sevişmesidir. Bunun sonucunda da hormonlar ürer. Belki adrenalin salgılanır ve kalbin atmaya başlar, terlersin, belki başka bir hormon senin bağırsaklarının çalışmasını sağlar. Sonuç olarak geçmiş ve şimdinin kombosunu çekersin bedeninde. Bu sadece onlarca teori arasından biri.

Deneyin Yapılışı

1.  Kesim

Seni, bedenini düşünmeye sevk edecek bir eğlenceye davet ediyorum. Odanın içinde yere otur, ışığı kapat, ortamı sessizleştir ve kendini bomboş bir odada yerde otururken hayal et. Odanın penceresi ve kapısı olmasın. Bu odada otururken aklında yine bomboş bir odada oturduğunun hayali olsun ve o hayalde de bomboş bir odada otur ve onda da aynı şekilde... Zaman ve mekanı bir şekilde yitirmelisin yeterince eğlenebilmek için. Onu da hallettikten sonra kelimeleri çıkar aklından. Kelime diye bir ‘şey’ olmadığını düşün. Sadece düşüncenin olduğunu düşünerek düşüncelerinle düşünmeye başla. Bunu her bir kademedeki boş odalarda oturan sen’ler için de yapmalısın. Bu davet sona erdiğinde neler ‘hissettiğini’ benle paylaş. Çünkü bu önemli. Bu davet aslında senin üzerinde yaptığım deneyin bir parçası. Bu deneyi sadece ben sana değil, sen de kendine yapıyorsun bunu unutma.

2.   Kesim

Her gün sabah kalktığında tuvaletteki işeme, diş fırçalama gibi işlerin bittiğinde aynaya bak. Yanaklarını mıncıkla ve omzunu öp. Duş alırken bedeninin her bir noktasını okşa. Eğer cinsel olarak uyarılmayı hedeflediğimi düşündüysen bloguma bir daha uğrama.

Yemek hazırlarken tüm malzemelere sevgi sözcükleri fısılda. Su içmeden önce sıkıca kavradığın bardağa doğru gülümse ve suyu öp. Birkaç denemeden sonra ne ‘hissettiğini’ benle paylaş. Çünkü bunlar da birer deney.

Tam tersini de yapabilirsin. Tavsiye etmememe rağmen denemek istersen seni engelleyemem.

Not:

·     Raporunda kuramsal kesim yazmana gerek olmamakla birlikte, veriler, verilerin çözümlenmesi ve yorum çok önemlidir. İsteyen grafik çizebilir, milimetrik kağıda ihtiyaç yoktur.

·        Yazıda gizlenmiş bir ‘şey’i bulana artı 5 puan bonus verilecektir.

İçimin en derinlerinden gelen not (aslen yazının alt mesajı): okulu, deney yapmayı, rapor yazmayı çok özledim...

23 Temmuz 2011 Cumartesi

akış

ihtiyacı olana doğru koşturma isteği, içinde bulunduğu anı hatırlatan tek şeydi. beyninin içinde boş kalmış hücrenin duvarlarını yıkma zamanı gelmişti, o an en çok istediği buydu. bunun için de bütün gücünü toplayıp konsantre olması gerekiyordu. kendinde olmasını sağlayan rüzgar kuzenine teşekkür etti; huzurunu sağlayan balkona da...  ve akış başlamıştı.

kapat, aç. paradokslar yarat. işin içinden çıkamayınca kendinle alay et.

aidiyet hissetme ihtiyacından dolayı içinde bulunduğu yeri seviyordu ve bundan dolayı oldukça mutluydu. doğduğu toprakları, yaşadığı şehri, büyüdüğü evi, ona bir şeyler katan insanları, bir şeyler kattığı insanları, hepsine karşı oldukça şefkatli bir sevgi büyümüştü bir anda içinde. fakat o da ne, beyninin sağ tarafından kendisinin ufak bir kopyası hortlamış ve ona "seni aptal şey, hiç bir yere ait olmadığını hala daha anlayamadın mı?" diye çıkışmıştı. haklı buluyordu onu o yüzden bir müddet konuşmasına izin verdi.

"sadece bu gezegen üzerinde bulunduğun topraklara anlam yükleme çabası neden? aidiyat isteği neden? sen ki koskocaman evrende miniminnacık bir güneş sisteminin dandik bir gezegenindeki senin gibi milyonlarcası arasından bir tanesisin ve kendini kendin kadar kısıtlı bir yere neden hapsediyorsun ki? tüm evren sana aitken sen ne diye küçücük parçalarla uğraşıyorsun? eğer izin verirsen sana Tanrı ile bütünleşme fırsatını veririm. bunun için yapman gereken tek şey sadece beni dinlemek."

akışı başlat, engel olma, olabildiğine saçmala, diğerlerine aldırma.

iskelet gibi kalmış çelimsiz kolları, gözüne iliştiğinde kendisiyle alay etmeye başladı. yolda yürürken hayal etti kendisini. yürürken takır tukur sesler çıkabilirdi. peşinde de bir sürü köpek koştururdu herhalde. bu görüntü gözünün önüne geldiğinde önce bir güldü. daha sonra sağ taraf tekrar devreye girmişti.

kendini sev. tüm insanlığı sevme yolculuğuna kendini severek başla. kendini doyurmadan onları besleyemezsin. kendini sev. akışı başlat. 

bir takım kavramlara bakış açısı değişiyordu sanki. gerçekten herkes kendi başınaydı bunu anlayabilmişti (veya kendini kandırıyordu). o halde ilişki ne kadar saçma bir şeydi. düşününce, birbirinin hayatını zora sokan iki insanın bir arada yaşaması kadar büyük bir saçmalık daha bulamadı. kendisiyle olmalıydı. duşa girdi ve kendisiyle sevişti.

kendi dünyanın Tanrısı'sın. ve Tanrı yalnızdır. Tanrı size değil, siz Tanrıya aitsiniz. ve hepiniz kendi içinizdeki dünyanın yapayalnız Tanrılarısınız!

hissettikleri çok değişik duygulardı. sanki gelişimi süresince oluşturduğu katmanları kaldırıp süpürüyordu. bu temizlik onda titrek bir sevinç yaşatıyordu. her bir tabakadaki tozu, kiri, pası temizlerken, silinmeyenleri de saklamak zorundaydı.

en derin katmanları kullan. en sağlam tabakaların derinliklerine göm. böylece bir daha asla çıkamasınlar. böylece bir daha asla sana zarar veremesinler. basit bir halının altına atma. tüm katmanları geçip çekirdeğe ulaşana kadar asla durma. çekirdeğe sapla. 

gözlerinin önünde, dünyasının merkezine seyahat ederken, aklına çılgınca bir fikir geldi. çekirdeğe ulaşıp görevini tamamladıktan sonra, katmanları çıkarken kendini yeniden inşa edecekti.



bilincini kaybet. akış sona ersin.



18 Temmuz 2011 Pazartesi


Hafifçe yüksek, yemyeşil bir tepede bulunan heybetli bir ağacın gölgesinde, kafa kafaya vermiş uzanıyorduk. Ilık ve sakince esen bir rüzgar içimizi ferahlatıyor; kah tavşana, kah ayıya benzettiğimiz bulutlar güneşin yakıcı sıcağından bizi koruyordu. Oraya neden ve nasıl geldiğimizin hiç bir önemi yoktu, kaldı ki hatırlamıyordum bile. Önemli olan içinde bulunduğumuz andı ve sonsuza kadar bitmesin istiyordum.

Bana fantastik hikayeler anlatıyor, şövalyeler, canavarlar, perilerden bahsediyordun. Bense biçimsiz bir şekilde açılıp kapanan dudaklarını seyrediyordum. Sesin hayatımda duyduğum en güzel melodiydi ve asla unutmayacağım bir beste olarak kalacaktı. Gözlerin bulutlardan masal yapmak isterken, benimkilerse senden bir put yapıyordu. Ellerini karnında ovuşturmuş, kendi başparmaklarınla oynuyordun, benimkilerse onlara dokunmak için yanıp tutuşuyordu.

Bir an bana baktın, hikayendeki bir savaşçıyı anladığımdan emin olmak istercesine göz bebeklerin benimkileri deldi geçti. Havanın o kadar güzel olmasına karşın içimdeki dünyada fırtınalar koptu, tsunamiler çıktı, gemiler battı, depremler oldu. İçimdeki dünyada yaşamadığın için bunu göremedin elbette ve ben daha fazla dayanamadım. Hareketsiz ve hafif aralık kalmış dudaklarına eğildim ve tadına baktım. Anlamlandıramadığım bir şekilde sen de benim dudaklarımı tatmaya başladın.  Birbirimizin tadına bakarken aldığım cesaretle sana dokundum. Bedenin adeta yanıyordu, bu yüzden üzerindekileri çıkarmak isteyebileceğini düşündüm. Sanırım sen de benim gibi düşünüyordun. Aynı düşündüğümüz için o kadar mutluydum ki, hiç itiraz etmedim. Omuzlarımı öperken kalbimin daha fazla dayanamayacağını sandım. Seni çok sevdiğimi fısıldadım kulağına. Cevap vermedin. Demek ki senin de kalbin dayanılmaz şiddette atıyordu ve nefes alman güçleşmişti. Bu yüzden konuşamamış olman gayet doğaldı. Gözlerimi açtım ve tepemizde öten kuşlara baktım. Sanki biz sevişirken onlar da bize şarkı söyleyerek bizi kutluyorlardı. Bulutlar, hafif esen rüzgar sayesinde coşkuyla dans ediyordu tepemizde ve biz tek beden olduğumuzda tüm doğa bizi kutsamak için elinden geleni yapıyordu.

Dayanılmaz bir şekilde aldığımız zevkin en tepesine aynı anda çıktığımızda, ellerin ellerimi sıkıca tutmuş, dudakların dudaklarıma yapışmış, dillerimiz bir bütün olmuş, terimiz artık kimyasal reaksiyonlar geçirerek aynı kokmaya başlamıştı. Tek bedenden iki bedene ayrıldığımızda, senden ayrılmanın içimde yarattığı boşluğun acısını hissettim. Seni tekrar istedim, tekrar benim olmanı istedim. Göğsümü açıp seni oraya tıkmak istedim. Seni vahşice, çılgınca istedim; nazikçe, sevecen bir şekilde istedim. Seni hem yavaş tempoda hem de hızlı tempoda istedim. Seni her şekilde istedim.

Güneş, karşıdaki tepenin ardına doğru yol almaya koyulduğunda, ben göğsüne yatmış kalp atışlarını dinliyordum; sense kollarını incecik belime sarmıştın. Varlığın bana inanılmaz huzur veriyordu ve sen uyuyordun. Nefes alış verişin kalp atışlarınla efsanevi bir orkestra gibiydi ve ben rüyanda yeniden birleşmek için gözlerimi yumdum.

Gözlerimi korna sesleri ile açtığımda, tek kişilik yatağımdan, tek başıma, gözümdeki yaşlarla doğruldum.

11 Temmuz 2011 Pazartesi

korkulardan pasta yaptım, sonra da pasta beni yedi :/

21.40

Şimdi okuyacağınız bu yazı, karanlığın içinde miniminnacık havasız bir ortamda dehşet içerisinde sesini duyurmaya çalışan genç bir insanın, çocuklukta kalmış kabuslarının yeniden uyanmasını sonucu yaşadığı korku ve panik dolu anları anlatıyor...

İlk önce geçmişten bahsetmek isterim. Çocukluğumdan. Küçükken kardeşim ve ben ufacık bir odada ranzada yatardık. Haliyle üst kat benimdi. Oldukça havadar, ferah ve kıdemli olan üst kat, büyük kardeşe ait olmalıydı elbette. O odada çılgınlar gibi oyun oynardık. Hiç bir iki-kardeş’in aklına gelemeyecek oyunlar yaratmıştık. Kendi dünyamızda oldukça mutluyduk. Hu canavarı vardı sürekli kardeşimin peşinde koşturan. Ve Hu canavarını sadece kardeşim göremezdi. Hu canavarı onun lanetiydi. İnsan lanetini nasıl görsündü ki...

Her neyse, olayın kopma noktası şu şekilde gerçekleşti. Bir gün, dağcılık oynuyorduk. Annem yaz geldiği için halıları naftalinlemiş, dürmüş ve ranzanın yanına koymuştu. Biz de bunlara tırmanıp dağın üstüne -yani ranzanın üst katına- çıkmaya çalışıyorduk. Kaç yaşındaydık hatırlamıyorum ama o sıralar okula gitmediğimden eminim. Ranzanın altında bir sürü ıvır zıvır vardı. Annemler orayı depo niyetine kullanıyordu heralde kim bilir. Bavul dolusu eşyalar vardı. Baza icat edilmemişti heralde o zamanlar bilmiyorum. Biz de kardeşimle bavulları çekip kendimize L şeklinde bir tünel yapmıştık. Bir uçtan giriyorduk, sürüne sürüne L çizip diğer uçtan çıkıyorduk. Burası dağın içindeki mağaralardı.

Derken bir gün, kafamı bu tünelin içine soktum ve ağzımdan dolu dolu bir hassiktir çıktı. Giremedim... neden bilmiyorum, sanki girersem nefes alamayacakmışım gibi hissettim. Oksijen yetmeyecekti sanki. Ve böylece boğulma fobim baş göstermiş oldu.

Bir de, asıl olaya geçmeden önce, asansör kabusumdan bahsetmek istiyorum. Yine çok küçükken rüyalarımda asansör bir türlü istediğim kata gitmezdi. Ya da çatıdan fırlar giderdi, veyahutta kayışları kopar, aşağı düşerdi. Bir türlü ulaşmak istediğim kata ulaşamazdım. Sonuç olarak kan-ter içerisinde uyanırdım, bazen de çığlık çığlığa.

Şimdi bu iki korkuyu kombo yapın.

Yaklaşık 1 saat önce halamlara gitmek suretiyle evden çıktım ve telefon, çakmak, sigara, cüzdan hiçbir şey almadım yanıma. Açıkça söylemek gerekirse öyle paspal çıktım ki, sadece üzerimde dandik bir elbise ve ayağımda da alakasız bir çorap ve terlik vardı. Kapıyı çektim ve asansörü çağırdım. Kafamda Moby ve Nevermore çalıp duruyordu - iki alakasız tarz. Gayet  keyifliydim, şarkı mırıldanıyordum. Asansör geldi ve bindim. Kapı kapandı, Z düğmesine bastım, kepenkler de (adı aklıma gelmedi sanırım kepenk deniyor emin değilim ama anladınız sanki) kapandı ve 1 saniye sonra zınk! Saniyelerce ne olduğunu anlamadım. Bir anda durmuş olamazdı asansör. Elektrikler niye kesilsindi ki? Asansör niye kalsındı ki? İdrak etmeye başladığım noktada alarma bastım. Alarm kulaklarımda çınlarken kalp atışlarım hızlanmaya başladı. Diafona da bastım, sonra çılgınlar gibi diğer düğmeleri denedim, alarmı körükledim, hızımı alamadım kapıları tekmelemeye başladım, o da yetmedi bağırdım. Panik, bastırdığım bütün korkularımdan gücünü almış, içinde bulunduğum ortamın verdiği kudretle tüm bedenime doğru yayılmaya başlamıştı. Çok uzaklardan birilerinin sesini işittim. Beni burdan çıkarın diye bağırdım ama sanki beni duymuyorlardı! Asansörün içinde (lanet olası kabin küçücüktü gerçekten de) tepinmeye başladım ve korktum. Bir anda halatlar kopabilirdi, tepinmemeliydim. Derken yaklaşan insan sesleri duydum. Onlara nefes alamadığımı haykırdım. Gerçekten de kendimi mantığa davet etmeye çalıştığımda ve oracıkta ölmeyeceğimi, gayet oksijenin de bitmeyeceğini söylediğimde, içimde bir şeyler yalan diye haykırıyordu. Mantığım o haykırıştan korktu, ödü patladı ve susup oturdu. Ben kapıları yumruklamaya, alarma basmaya, kapıyı tekmelemeye, avazım çıktığı kadar bağırmaya, ağlamaya, haykırmaya, anırmaya devam ederken panik, tüm gerçekliğiyle korkuyla çiftleşmiş, tüm bedenimi ele geçirmiş, mantığı öldürmüş ve atak adında bir çocuk yapmıştı.

Dakikalar sonra nefes alamadığımı anırdığımı duydular ve daha hızlı gelmeye başladılar. En sonunda bulunduğum kata (ki hangi katta olduğumu bilmiyordum) vardılar ve kapı açıldığında uyuşmuş ellerim ve felç inmiş yüzümle kendimi dışarı attım. Merdivenlere çöktüm. Yüzüm bu kadar uyuşmayalı yıllar olmuştu. Bu denli titremeyeli gerçekten asırlar geçmişti. Korkuya bu kadar teslim olmayalı yüzyıl falan olmuştu. Gerçek manada saf korkuydu bu evet.

Neyse ki komşuluk ölmemiş. Üst kattan bizimkileri tanıyanlar beni evlerine alıp kolonya, su vs verdiler ve yarım saat sonra kendime gelebildim. Bir keresinde gene 7-8 yıl önce falan, babam da eve gelirken bir alt katta asansörde kalmıştı. O zamanlar kepenkler yoktu ve asansörün kıytırık bir camı vardı. Babam bir tekmeyle camı indirmişti ve oksijenini sağlamıştı. Benim öyle bir şansım olmadı.

Şuan hala elektrik yok. Başka bağımlılıklara bir de elektriğe olan bağımlılığın eklendiğini öğrenmiş oldum böylelikle. Okkalı bir küfür savurdum bunun üzerine de.

Az önce beni kurtaran kapıcı Ahmet abi gelip beni yokladı. Hayırlı akşam dileklerini sundu.

Ve elektrik son 1 saattir hala yok...
Ve hala Moby çalıyor.

22.00

Sonunda geldi 22.16 =) hellö medeniyet!

Gene de ben tedbirimi aldım, 8 kat indim, 5 kat çıktım, sonra 5 kat indim tekrar 8 kat çıktım. İyi oldu bence götüm fazla büyümüştü.


8 Temmuz 2011 Cuma

entropiyi hissetmek


“i’m home!”

Yoğunluğun arasında molalar vermek, sigaralar yakmak, ağaçlarda, denizde ve gökyüzünde gözlerinin hissettiği huzur. Kafanda oluşan karmaşaya belli bir düzen verme çabası, düzenin ne olduğunu bir türlü kestirememek. Zamanı sorgulamak, geldiğin noktayı anlayamamak ve bu anlamsızlıklarla başa çıkabilme mekanizmaları üretmeye çalışmak. Birilerinin seni kurtarması için geleceğine inanmak, kurtulmaktan kastının ne olduğunu bile çözememek. Kalabalığın içinde alamadığın oksijenin aslında oksijen bile olmadığını bilmek, boynunun bükülmesi, omuzlarının çökmesi ve göğsünde hissettiğin fil dolu tırlar. Monotonlaşmış sıradan hayatta herşeyin mükemmel gitmesi ama bir şekilde yine de tatmin olamamak, sevgi açlığı, sevilme isteği. Sevildiğini bildiklerine karşı alınan acımasız tavırlar, sonuç olarak gelişen dayanılmaz vicdan azabı. Aldatmanın dayanılmaz cazibesi ve ardından pisliğin içinde yuvarlanmak. İstememek ve istemek arasındaki gel-gitler. Daha fazla koşamamak, kaslarının bir şekilde erimiş olduğu gerçeği. Sıçarken hissettiğin titreme ve ardından gelen rahatlık. Bokuna bakıp gururlu bir şekilde takındığın eda ve sifonu çekip arkana bile bakmadan tuvaletten çıkmak. Keşke demek, “keşke her şey bu kadar kolay olsa” demek. Keşke’leri bir zamanlar hayatından çıkarmış olduğunu unutmak. Başladın mı duramamak. Karşı konulamaz bir biçimde beynini kapatmak istemek, bir yandan da istememek. Kendini tekrar bulmak için gideceğin yerleri sabırsızlıkla beklemek. Sonuç olarak yeniden kaybedeceğini de bilmek. Kısır döngüye karşı atılan dehşetli bir kahkahanın, kulaklarında saatlerce çınlaması. Kelimelerin bir anda beynine üşüşmesi ve hiç bir mantığı olmaması.

“oh my god, it's happening once again!
…wasting my life with the worn designs.
...but it's time to go!”

Yapabileceğin sınırsız sayıda şey varken sen oturmuş götünü büyütüyorsun. Zamanı kolluyorsun ve otluyorsun. Kafanı gökyüzüne kaldırıp sakin sakin düşüncelerinle boğulmak isterken, onlar zamansız bir biçimde gelip seni alıyorlar, beceriyorlar ve sen karşı koyamıyorsun. Kimseyi ikna edemiyorsun, kimseye kendini anlatamıyorsun. Bangır bangır bağırsan da tepinsen de hiç bir faydası olmuyor. Açık ve net olarak söylemene karşın yine de anlamamalarına öfkeleniyorsun. Yargıdan bıktın ve ışık hızında galaksiden kaçmak istiyorsun. Yüzünde oluşan kırışıklıklar sinirini bozuyor, tecavüze uğramış bedenine lanet okuyorsun. Ruhun arınmaktan bahsederken sen kulaklarını tıkadın, kendini teslim ediyorsun, zevk alıyorsun, tatmin oluyorsun. Böylelikle yaşayabileceğin en iyi seksi yaşıyorsun. Mucizeyi unutmuşsun ve hatırlamak isterken önüne konan iğrenç leşler yüzünden başaramıyorsun. Leşleri zorla yedirmeye çalışıyorlar sana ve sen kimseyi kıramıyorsun. Midenin bulantısı eşiği çoktan geçti, fakat kusamıyorsun. Kustuğunu sandığın noktada yanıldığını bile fark edemiyorsun.

“you better save your mind!”

Kaosun içinde düzen yaratılmaz. Maksimum düzensizlik evrenin değişmez kanunudur, bunu anlayamamışsın.


Daha sonrasında böyle bir şey oldu: entropiyi hissetmek #2 : mutlak sıfırın cazibesi


7 Temmuz 2011 Perşembe

Tasvir-i Mülakat

Bekleme salonunda benle beraber dört kişi daha vardı. Hepimiz de hayatlarımızı daha da zorlaştırmak için çılgınlar gibi can atıyorduk. Bir bakıma hepimiz birer mazoşisttik. Salona gelmeden önce henüz kafama dank etmediğinden mütevellit, değişik duygular içinde değildim, lakin pembe koltuklar ve üzerimdeki 'ciddi görünme çabam', taşikardimi başlatmıştı. Oracığa kusabilirdim, pembe koltuklara işeyebilirdim ve kimse de bunu garipsemezdi. Gereksiz bir aritmiydi bu, akla mantığa sığmıyordu. Fakat hepimizin içinde vahşi bir onaylanma, kabul görme arzusu vardı.

Kurban olarak ilk beni seçtiler. İçeri girdiğimde bedenim oracıkta can verme isteğiyle yanıp tutuşuyordu.

Y: "Niçin, neden" sorularını yöneltti
A: "Ne yapıyorsun, yapacaksın?" diye sordu.
Y: "Bizler sadistiz ve senin de mazoşist olmanı bekleriz" diye belirtti.

Bu kısa muhabbetten sonraysa işler çığırından çıkmıştı. Düşüncelerini anlayabiliyordum adeta.

M: "..bla bla.. [ lan salağa bak bunu da önümüze koydular işte biz de salak saçma sorular soruyoruz. Nasıl da bilemiyor ahah. Sanki ilerde bi' bok olacak da gelmiş burada bir de özene bezene giyinmiş süslenmiş mal bebe. Benim zekam ve bilgimin yanında bunlar ne ki peh... Bari dalga geçeyim de havam olsun ] ... bla bla..."

F.T. : "...bla bla... [ Ay öğlen yemeğinde çok kaçırmış olabilirim, neyse akşama yemeyeyim de şeklim bozulmasın. Aa ayol bilemiyor sanki bu da. Ama giyim tarzını beğendim dur bir şeyler sorayım da maymun olsun azcık ] ... bla bla..."

Y: "...bla bla... [ Bizim prestijimize yakışır mı bilemedim fakat isteklileri de kaçırmamamız lazım. Çok fazla kasmayayım da ne de olsa bizden çıkma işte beyni akmış, buna da şükür ]... bla bla..."

F.Y. : " ...bla bla... [ Lan ben niye buradayım of ne sıkıcı yareppim böyle aptal insanlarla uğraşmak. Bir an önce bitse de odama gidip müzik açsam şu fenerin son durumlarını bir okusam. Tipe bak ya mal ] ... bla bla..."

A. : " ...bla bla... [ Hevesli, istekli evet ama disiplinli değil. Ah bir de bu kadar heyecan yapmasa yavrum. Zeki olduğunu biliyorum, zaten tanıyorum da. Alanında da bilgili fakat bunlar yetmez maalesef. ] ... bla ^.^ "

Ellerimin son hız titrediği noktada Y.'nin "Ne de olsa bizden çıkmasın, seni tanıyoruz" demesiylen kendimi bir dışarı atmışlığım var, sanki 2 dakika önce yaşadıklarımın hepsi hayal ürünüydü. 

Bunu da atlattıktan sonra teslim etmem gerekenleri de hallettim ve bir kaç ibiş beni teleportasyon merkezine götürüp arkamdan el salladılar. Uzun zamandır arkamdan el sallayan olmamıştı, feci şekilde huzur doldum. Acayip maceralı geçen yolculuktan ve dolmuşçu amcalarla kanka olduktan sonra şükrederek yuvama döndüm.

Şimdi sıra, beklemekteydi...

30 Haziran 2011 Perşembe

varlık-yokluk arası ince çizgi-ler

Çok küçük olmamasına rağmen, masaların çok fazla yer kapladığı odadaydık. Herkes kendi işine gömülmüş, harıl harıl çalışıyordu, ben de dahil. Bu şekilde saatlerce çalıştık ara vermeden. Sanki çok önemli bir şey yapıyorduk, sanki Nobel ödülünü almaktı tek amacımız. Oysaki sadece vakit öldürüyorduk...

Can sıkıntısıyla kendimi dışarı attım ve sinirimden bir sigara yaktım. Sigaranın daha önce bu kadar etkili bir sakinleştirici olduğunu fark edememişim, bunu fark ettim kibriti söndürdükten sonra. Belki onu bu kadar etkili yapan kibritti kim bilir? Tam o sırada düşüneyim dedim. Neyi düşüneceksem artık, bilinçsiz bir şekilde "şimdi biraz bi' düşüneyim" dedim. Tamamen deli saçmasıydı yaptığım. Donakaldım, düşünemiyordum. Dehşet içerisinde  aynalı camlardan kendime baktım, evet kendimi görebiliyordum fakat neden düşünemiyordum? O sigara bana ızdırap gibi gelmeye başlamıştı, bitmiyordu. Güneş gözlerimi yakıyor, rüzgar tenime kamçı gibi acı veriyordu. Panik halinde sigaramı söndürdüm ve içeri geçtim. Odaya giderken yolda bir tanıdıkla karşılaştım ve beni görmedi. O zaman teorim sanırsam doğruydu ama daha fazla kanıta ihtiyacım vardı. Odaya geçtim ve tekrar ciddiyet maskemi takıp araştırmalarımın başına oturdum. Ekrana baktığımda gördüğüm sadece kendimdi. Yansımam vardı ama neden düşünemiyordum? 

Tamam dedim düşünemiyorsan hayal kur. Aklıma bu noktadan sonra gelen tek şey "et" oldu ve midem bulanmaya başladı. Odadan biri, bir kaç kişiye döndü ve onlara bir görev verdi. Adamın gözlerinin içine baktım, beni görmedi. Ben yoktum, ben kesinlikle yoktum. Orada bulunmam imkansızdı. Tüm bunlar birinin beyninin içinde oluyordu ve ben sadece bir hayal ürünüydüm. Buna yürekten inandığım ve artık kabullendiğim noktada içimdeki panik azaldı ve tekrar ottan işlerimi yapmaya geri koyuldum. 

Saatler sonra düşünme yeteneğimi geri kazanmış, varlığımın sonuna kadar farkında bir şekilde yeniden sigara içmeye çıktığımda, bu sefer sorun kalbimin atmamasıydı. Kalbim atmıyordu. İçimde hiç bir hissiyata yer yoktu. İşin kötü tarafı bu yüzden panik bile yapamıyordum. Rahatsız edici sakinliğim sinirlerimi bile bozamıyordu. Sinirlerimin bozulmamasına bile kızamıyordum. Tüm bu kaosun içerisinde beynimin içi resmen motor gibi çalışıyordu. Çeşitli dişli çarklar, gaz dolu ortamlar, kimyasal reaksiyonlar meydana geliyordu beynimde ve ben son derece sakin ve rahat bir şekilde hissedemiyordum. Sigaramı söndürdüm, ağzımdaki iğrenç tattan hoşnut bir şekilde tekrar odaya geçtim ve ful kapasite çalışan beynimle ottan işlerimi yapmaya geri koyuldum.

Bilinçsiz bir şekilde kendimi yolda bulduğumda pek bir şaşkındım. Aklım benle oyun oynuyor diye düşündüm. Ben var mıydım yok muydum hiç bilemedim. Etrafıma bakındığımda gördüklerim kalbimi deşti, gözlerimi kapattığımda gördüğümse deşik kalbimi parçaladı. 

Sanırım ben önceden varsam bile, bir süredir yokum...

28 Haziran 2011 Salı

evrimden korkarım,

o kadar çok korkarım ki,
bir gün gelecek böcekler kendilerine kumpas kurduğumuzu anlayıp ışığa gitmek yerine karanlığa gitmeyi akıl edebilecek kadar zekileşecekler.

o kadar çok tiksinirim ki,
bir gün gelecek güvercinler uçamayıp tavuk olacaklar ve biz onları yiyeceğiz.

lakin yunuslar denizden çıkıp dünyayı istila etse o zaman çok sevinebilirim mesela.

evrime dehşet içinde bakarım. hızlı üreyenler anında evrimleşip çok korkunç nesiller ortaya çıkarabilirler. çok kısa sürece çok acayip şeyler olabilir. mesela bir gün derimin evrim geçirip katır kutur olma düşüncesi benim ödümü koparır.

evrim çok acayip bir şey.

24 Haziran 2011 Cuma

bişe'ler olmuşuz bihaberiz

bugün benle ilgilenmeni çok istedim
tıpkı her gün benle ilgilenmeni istediğim gibi
hep ilgilen istedim benle ama hep
hep bana yaz, hep bana bişiler yolla, hep bana hep bana hep ben en birinci ben!

ilgi manyaklığının sınırı yok! öyle bir noktaya gelmişiz ki hep bağımlıyız. her şeye bağımlıyız. ona, buna, bilgisayara, internete, alkole, sigaraya, insanlara, televizyona, müziğe, çaya, ota, esrara, eroine, kokaine, ritaline, xanax'a, prozac'a....

öyle bir noktadayız ki en birinci biz olmak istiyoruz. top listelerde en üst sıralarda olmak en büyük arzumuz. orada bulunmak inanılmaz bir tatmin verecek bize. öyle bir tatmin ki orgazm yanında solda sıfır kalacak. salyalar saçacağız. 

lakin öyle bir sanallığın içindeyiz ki, ağaç, böcek, çiçek, kuş, kedi, köpek, at, inek, süt, yoğurt, yemek, peynir, yağmur, kar, oksijen, bulut, su, deniz bize yabancılaşmış. duyduğumuzda, gözümüzde oluşan sadece pikseller olmuş. kendimizi piksellerde kaybetmişiz.

öyle bir uyuşturmuşuz ki kendimizi, söylenen doğrular, yanlışlar, gerçekler, hayaller, formüller, şiirler, romanlar, hiç de mantıklı gelmez. küçük beynimiz düşünmemeye o kadar alışmış ki, mantık bizi terk edeli yıllar olmuş. hormonlar kendini göstermez artık, etkisini yitirmiş. onlar da koşarak uzaklaşmış kirli bedenimizden. dolayısıyla hisler, duygular, neşe, mutluluk, öfke, korku, sevgi, kıskançlık, şefkat de terk-i diyar eylemiş. 

benmerkezciliğin içerisinde kaybolmuşuz, yolumuzu bulamıyoruz. piç, pezevenk, orospu, katil, gaspçı, hırsız olmuşuz. buna rağmen bir o kadar da alınganlaşmışız. söylenen hiç bir küfrü hak etmediğimizi düşünür olmuşuz. söylenen her şeye karşı çıkar olmuşuz. egomuz tavan yapmış, en tepeden en kibirli tavırla koltuklarımızı kabartmış göz süzer olmuşuz.

öyle bir düşeceğiz ki oralardan, kıçımız kırılacak haberimiz yok! kemiklerimiz paramparça olacak, iç organlarımız küçük parçalara ayrılacak. işte o zaman kahkahalar boğazımızda kalacak, gözümüzden keşkeler akacak kanlar içerisinde paramparça yerlerde yatarken. 

"bir insan olarak silinip süpürülmeliydin ki yeniden bir birey olarak doğasın. karbonlaşıp taşlaşmalıydın ki 'ben'in en küçük ortak noktasından yukarıya doğru yeniden tırmanmaya başlayasın."

belki de yaptığımız sadece buydu...


20 Haziran 2011 Pazartesi

arafta

suçu, imkansızlığına inanmamdı. beynimin içindeki küçük hücresinden serbest kalmış, ete kemiğe bürünüp kaçmayı başarmıştı. koğuşunun içinde milyonlarca puzzle parçaları bırakmıştı ardında. nasıl yapacağımı bilmiyorum.

dayanmam için bana güç ver, sabır ver, akıl ver. flaş!

milyonlarca parçanın birleştirilmesi için kılavuz bile bırakmadı ardında. 

başa çıkabilme mekanizması olarak bana düşünmemeyi ver. flaş!

boşluk ve karmaşa, aptal beynimin içindekileri anlatmaya yetiyor sanırım. gözlerimin önünde koskocaman tombul bir soru işareti var. yakında mitoz bölünecek hissediyorum. işte o zaman durum oldukça vahim bir hal alacak eminim bundan.

devam edebilmem için, aklıma biraz daha boş yer ver. flaş!

bir daha onu mahkum edemeyeceğimin farkındalığı o kadar ağır ki, göğsümde büyük bir basınç var. tüm bedenim uyuşuyor. sanki tüm iç organlarım dışarı çıkacakmış gibi içimde büyük bir genleşme var. bir gün içerisinde binlerce kez kalp krizi geçirdim. 

soru işareti mitoz bölünmeye başladı...

puzzle parçaları milyar farklı şekilde birleştirilebilir. yap-boz, zibilyon farklı şekilde yapılabilir.

olasılıklar evreni çok can yakıyor.

kızgın değilim, mutlu değilim, mutsuz değilim, umutsuz değilim, hayal kırıklığı içinde değilim, hiç bir ruh hali içerisinde değilim. ama aynı zamanda hepsinin içerisindeyim.

araftan kurtarmıştı ama kendi elleriyle teslim etti beni yeniden oraya...

17 Haziran 2011 Cuma

Dertler derya olmuş, ben olmuşum arabesk

İnsan sosyal bir varlıkmış. Konuşarak rahatlarmış. Dertlerini paylaşarak sıkıntılarını giderirmiş. Karşısındaki insanların kendini dinlediği ölçüde huzura erermiş. 

Patlamaya hazır saatli bir bomba gibiyim. Ağzımı açıp derdimi anlatayım diyorum ama aynı anda ağzımın içinde o kadar çok şey birikiyor ki höbölölö diye bişi çıkıveriyor resmen. Doğal olarak da anlaşılmıyor. Yazarken bile zorlanıyorum. 10536 kere yazıp siliyorum. Olmadı baştan, cümleye bak lan sil bunu, yok bu cümleyi sonra diyecektim, yok bu paragrafın boktan akışını bozuyor, efendime söyleyeyim ekrana bön bön bakıyorum gözlerimin önünden kayan yazılar geçerken falandı filandı derken anlatamıyorum lan! Rahatlayamıyorum. Bol bol saçmalıyorum bu yüzden. 

Ulan her yeri sardı pezevenkler. Yakında üniversite kadro atamaları da değişecekmiş, merkezden YÖK atayacakmış, e tabi doğal olarak kendi adamlarını istedikleri yere koyacaklar. Böyle giderek de bilim dünyasını da ele geçirecekler. Bir orası kalmıştı çok fazla dokunamadıkları, onu da mahvedecekler. Zaten bir bakıyorum havalar iklimler falan değişmiş, bir bakıyorum yeni yeni mikroplar bakteriler virüsler çıkmış sebzelerde etlerde cirit atıyorlar, bir bakıyorum ülkeler çökmüş ekonomik krizler diz boyu, bir bakıyorum isyanlar savaşlar falan var. Ulan hiç mi iyi şeyler olmaz lan? Lan hiç düşünmüyor musunuz bunları oğlum tek düşünen ben miyim nereye gidiyor lan bu dünya diye? Kime sorsam baksana çok acayip diye, he ya diyip geçiştiriyor. Şaşırsanıza, tepki göstersenize nabıonuz allaseniz ya?!

Ben çok şapşalım. Tam bir ibişlik abidesiyim. KPDS'yi ne de olsa geçemem diyerekten kendi okuluma yüksek lisans başvurusu için referans mektubu almadım hocalardan. Lakin bir de ne göreyim? Sonuç baya da bir yüksek. Lan saf! Sen sınavda ne yaptığını bilmiyor musun? Bu kadar şuursuzluk olur mu? Veyahutta çok şanslıyım attığım tüm sorular tutmuş. Eee, şimdi referans mektubu almak lazım üstelik İstanbul'da stajıma başladım bile. Eh dedim tamam dedim izin alırım dedim. İlk önce hocaları aramak lazım tabi. Pek sevgili danışman hocam ile tez hocama mail attım, aradım, derdimi anlattım, pazartesi izin alıp gelsem yetiştirir misiniz dedim, tamam dediler, pek bir sevindim, gittim stajdaki lab sorumlusuna hocam böyleyken böyle dedim, şahane dedi git başvur gel dedi. Tüm bunlar 2 gün önce oluyor. Lakin bugün eve geliyorum, mail kutumu açıyorum, pek bir sevgili danışmanım mail atıyor ve ben seni tanımıyorum da işte ben senin performansını bilmiyorum da işte bu transkripte kötü referans yazarım da falan da fişmekan. Lan sen benim danışmanımsın niye vakti zamanında ilgilenmedin benimle? Üstelik saat olmuş cumanın 18.30u, mesai saati bitmiş ve gelmiş bana mail atıyorsun. Götüm bir tutuştu sevgili blogum, bir tutuştu pek bir sevgili okuyanlar anlatamam. Hemen çok sevgili bir hocam var mail attım ona lakin tabiki de cevap alamadım ama inanıyorum ki halledeceğim ben bu işi. Gidip bir hoca bulup ağlansam olur bence. Ağlayana her kapı açılır bence. Acındırırsan kendini yılan bile yola gelir bence.

Ulan tren bileti var gözümün önünde, o yol nasıl çekilir diye düşünüyorum, bakışıyoruz kendisiyle. Haliyle kendimi malak gibi hissediyorum.

Az biraz rahatladım bak görüyor musunuz. Anlattım saçmalayaraktan, oh kimse de yargılamadı irdelemedi beni, oh kimse yorum yapmadı, oh kimse aa iyi olmuş, aa kötü olmuş, tüh tüh vah vah, yok ne biliym çok şahane falan da demedi. Sadece anlattım, saygıyla dinledi beni sevgili blogum ve bunu pek bir sevgili okuyucularımla paylaşacağım, onlar da okuyacaklar sonra gerizekalı olduğumu falan düşünecekler lakin ben bunu bilemeyeceğimden huzur dolacağım. 

Saygılarımı sunarım, güneş bizimle olsun.

not1 : nan mini buzul çağı geliyormuş ya nan o.O

not 2: bu şarkıyı tüm sevenlerime armağan ediyorum.

10 Haziran 2011 Cuma

Lisans hayatım bitiyor sayın seyirciler!

An itibarı ile lisans hayatımın son finaline girmek için, daha doğrusu bitirme tezimi sunmak için hazır bulunmaktayım. Henüz fiziksel olarak hazırlanmadım tabi. Leş gibi saçlarım, orman gibi kaşlarım ve kaytan bıyıklarımla ben de bir mühendisim. Tek sorun işte benim dişi olmam. Melabaaa ben dişiyim. Hani çocuk doğurabilenlerden. Pek belli olmasa da bu böyle biline! huh!

Konudan saptım gene. Lan bölüm bitiyor! Çok heyecan verici olması gerekmiyor muydu? Böyle mide krampları geçirip kalbimin dakikada 150 atması gerekmiyor muydu? Ben mi yanlış hatırlıyorum yoksa?

Az biraz uyudum ki sabahlarken ölmeyeyim diye, çok acayip bir rüya gördüm. Sağ arka azı dişimin dolgusu düşüyor, dişin içi boş kalıyor ve et görünüyor. Deli dehşet de ağrıyor meret. Babam beni dişçiye götürüyor ama gecenin bi vakti nöbetçi dişçi varmış. Adam benle resmen ilgilenmiyor. Oracıkta ölücem hiç de bitarafında değil herifçoğlunun. Sonra bi uyandım, ne biçim dişlerimi sıkmışım...

Neyse efendim. Zaten finale girdikten sonra diplomamı hemen alamayacağım çünkü stajım var :D o zaman demek ki neymiş, henüz heyecanlanmanın zamanı gelmemiş. Strese devam =)

Selamletle ağalar...

30 Mayıs 2011 Pazartesi

hiçliktesin bebeğim

aslında, "aslında" yoktu,
şuanda, "şuan" yoktu,
ilerde, "ilerisi" yoktu,
eskiden, "eski" yoktu.

tüm bu hiçlikte olan tek şey Ben'di
ve O'ydu.

yolda yürürken Ben ve O vardı
uyurken Ben ve O vardı
yemek yerken Ben ve O vardı
ders çalışırken Ben ve O vardı.

işin en komik tarafı, O bunu bilmiyordu
bu da Ben'e inanılmaz bir zevk veriyordu.

İlerde "ilerisi" olmadığından ve şuanda "şuan" olmadığından,
bunların hepsi birer saçmalıktı...

28 Mayıs 2011 Cumartesi

Tanrı gerçeği

Kendinizi o kadar üstün ve yüce görüyorsunuz ki, sanki dünyaları siz yaratmışsınız.
Sanki siz tanrısınız.
Size bir sır vereyim mi?
Evet tanrı sizsiniz!
Nasıl mı?

Kendinizi o kadar üstün ve yüce görüyorsunuz ki,
Yarattığınız şeyin mükemmeliği altında seyr-i sefaya dalıyorsunuz.
Bu sefa daha sonra sizi alıp götürüyor
Ve siz yarattığınıza tapar duruma geliyorsunuz.

İnsanlar kendilerini o kadar üstün ve yüce görüyorlar ki,
Yarattığı şeylere tapmaya bayılıyorlar.
Parayı yarattılar ve ona taptılar.
Tıpkı binlerce yıl önce Tanrı'yı yaratıp ona taptıkları gibi....

23 Mayıs 2011 Pazartesi

gece olduğunda insan korkabilir...

Gecenin tam ortasında lambaların aydınlattığı yolda, çevresinden çekine çekine yürüyordu. Güvenilir yerler değildi oralar, bin bir türlü ayyaş, sapık, tecavüzcü, gaspçı, dolandırıcı, keş olabilirdi, özellikle o saatte. Kafasını başka düşüncelere verdi ve sokak lambalarının hafiften aydınlattığı yolda yürümeye devam etti.

Düşüncesinde bir kedi vardı. Çekik sarı gözleriyle kendisine bakıyordu. Kediyi beyaz olarak hayal etmişti ama çok da üzerinde durmadı. Ansızın kedi gülmeye başladı. Güldüğü zaman insan dişlerine sahip olduğunu fark etti kedinin. Bu imkansızdı. Kedi kahkaha atıyordu. "Hayır" dedi, "Bu benim düşüncem, hayalim sadece". Bir noktadan sonra bunu kontrol edemez oldu. Beynindeki kedi kahkahası onu tir tir titretiyordu. Artık yolda her hangi bir insan olsa, koşup sarılacak raddeye gelmişti. Kontrol mekanizmasını kaybetmiş bir şekilde hızlı hızlı ilerlerken etraf da bir anda kararmıştı. Yürüdüğü yolda şimdi sokak lambası yoktu. Onun yerine bir çöp tenekesi vardı. Çöpler etrafa saçılmıştı. Kafasındaki kahkahayı bir nebze olsun azaltabilmiş, şimdi de neden insanların çöpleri tenekenin içine değil de sağa sola bıraktığını düşünüyordu. 

Birden onu gördü ve dehşete düştü! Sapsarı gözlerini kendisine dikmişti. Şimdi beyninde saf korku vardı. Ne bir düşünce ne de bir hayal... Gördüğü şeyin gerçekliğinden emin olduğu anda öne doğru bir adım attı. Şimdi korkan diğeriydi. Korkup kaçmıştı. 

Yüzüne bir gülümseme yerleşmiş bir şekilde, artık sokak lambalarının aydınlattığı yolda durağa doğru yürümeye devam ediyordu. "Ne tuhaf" diye düşündü. "Gerçeklikte olan korkularımla başa çıkmak için sadece bir adım atmam gerekiyormuş" dedi kendi kendine. 

Sokaklarda bir kaç insan kendini göstermişti ama artık onlardan da zerre etkilenmiyordu. Ne de olsa öne doğru bir adım attığında kendisinden korkup kaçabilirlerdi. En olmadı, mücadele eder, kendini korumasını bilirdi.

Artık korktuğu tek şey düşünceleri olmuştu....

15 Mayıs 2011 Pazar

Böyle de saçmalarım!

Bazen katıla katıla gülüyorum. Gülmekten karın kaslarım feci çalışıyor ve gözlerimden yaşlar geliyor. Kahkaha seslerim, bol gürültülü İkarus'un sesini bastırıp azar işitebileceğim ölçüde olabiliyor. Öyle bir azar ki, ona bile gülmekten kendimi alıkoyamıyorum. Sinirlenince bile gülüyorum. Hatta mutsuzken bile aptal yüzümden gülümseme hiç eksik olmuyor. Neyse ki gülmek ömrü uzatıyormuş buradan kurtarıyorum :)


Bir de unutuyorum. Kime ne zaman nerede ne dedim hatırlayamıyorum veya her şey birbirine giriyor. X kişisine, "bir ara hede hödö yapalım" dedim mesela; aradan 3 saat geçince Y kişisine "hede hödö yapacağız ya onu vada vuda ile harmanlayalım" dediğimde, Y kişisi bana dehşet içerisinde bakabiliyor. Ve ben inatla Y kişisini 3 saat önce hede hödö dediğime ikna etmeye çabalıyorum. Sonra acaba bunu Z kişisine mi dedim yoksa W kişisine mi hepsi birbirine girebiliyor.

Tüm bu olup bitenlerin beynimde çok fazla hücre olmamasına bağlıyorum. Hayatım böyle dangalakça geçerken de derslerimin güzel geçmesini de şu şekilde açıklayabilirim. Ders dinlerken veya sınav öncesi, kendimi sen süpersin acayip zekisin aslansın kaplansın şeklinde gaza getirdiğim vakit, her bir şeyin üstesinden gelebiliyorum. Lakin şöyle de bir şey var ki (ne kadar çok "şey" dedim evet), harika bir teori üretiyorum bir konuda mesela ve bunu heyecanla çevremle paylaşıyorum ki ne kadar zeki ve yaratıcı olduğumu görsünler. Sonra benden daha zekileri (ki bunlar herkes oluyor) hop diye bu teorimdeki eksiklikleri buluyor ve kendime olan gıcıklığım had safhaya gelebiliyor.

Yanlış anlaşılmayı engellemek için tüm bunların isyan olmadığını da belirtmek isterim. Gerçi istediğin kadar yanlış anla umrumda da değil açıkçası.

Ayrıca katıla katıla güldüğüm anların üzerinden birkaç zaman geçtikten sonra, bir anda çöküverebiliyorum evet. Bunun nedenleri üzerinde epey bir düşündüm ve bunu burcuma bağladım salak gibi. Bilim insanıyım ve burçlara inanmıyorum evet. Çelişki mi arıyorsunuz, zıtlık mı arıyorsunuz? Buyrun hepsi bende mevcut. Adeta çelişkilerin ve zıtlıkların Tanrısıyım ben evet.

İşte her zaman olduğu gibi nasıl başladığımı unuttum yazıya ve nasıl bitireceğimi de bilemedim. Neyse ki bitirmem gerektiğini hissettim. E bu da bir şey. Hayırlı geceler dilerken, bol bol gülmenizi salık veririm...